Prof. Dr. Selva Demiralp
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 21 Mart toplantısında politika faizini 5 puan artırarak %50’ye yükseltti.
Yerel seçimlerden hemen önce gelen bu karar, Merkez Bankası’nın geri kazanmaya çalıştığı kredibilitesi açısından kıymetli ve sinyal değeri güçlü bir adım.
Sosyal medyada karardan önceki gün yaptığım paylaşımda şöyle demiştim: “Piyasaların “yapamazsın ki” diye köşeye sıkıştırdığı Merkez Bankası’nın yarın bir faiz artırımına gitmesi kaçınılmaz oldu. Zorbalıkla sinerek mücadele edilmez.”
Bu paylaşımıma cevap olarak pek çok kişiden “Merkez Bankası faiz artırabilecek olsaydı, son bir ayda 20 milyar dolar harcar mıydı?” sorusu geldi.
Bu soru, piyasalardaki “TCMB nasıl olsa faiz artıramaz” algısı ile tutarlı ve mantıklı bir soru belki.
Öte yandan, eğer mantıklı sorular soracaksak, işe “Madem Merkez Bankası’nın faiz artırmasına izin verilecekti, o zaman Eylül 2021 sonrası dönemde düşük faiz inadı ile neden enflasyon 65’lere çıkartıldı?” sorusuyla başlamamız gerekmez mi?
Merkez Bankası’nın 20 milyar dolar rezerv yakmadan, bir ara toplantı ile neden faiz artırımına gitmediği sorusunun cevabını ben de bilmiyorum.
Ama buna benzer cevabını bilmediğim o kadar çok soru var ki!
Faiz artırımlarını neden önden yüklemeli olarak yapmayıp zamana yaydıklarını da bilmiyorum.
Mart başı itibarıyla likidite fazlasının büyük ölçüde temizlenip parasal aktarım mekanizmasının da olması gerektiği gibi çalışmaya başladığı bir noktada neden hala makro ihtiyati tedbirlerle sıkılaştırma yapıldığını da bilmiyorum. Zira nihai amaç ekonomide bir yavaşlama ise, bunu yaparken politika faizinin sinyal etkisinden yararlanmak daha maliyetsiz olmaz mı?
Bu ve benzer soruların cevaplarını bilmesem de para politikası icra etmenin oldukça zor olduğu bir coğrafyada dün gelen 5 puanlık artışın arka planında siyasi idareyi ikna edebilmiş bir ekip olmasını takdir ediyorum.
Karar neden önemli?
8 Şubat’taki enflasyon raporu toplantısında Başkan Fatih Karahan TCMB’den görmeye alışmadığımız netlikte ve oldukça şahin bir yol haritası sunmuştu. Karahan, mevsimsellikten arındırılmış aylık ortalama enflasyon yüzde 3’ün üzerine çıkarsa bu durumun yıl sonu enflasyon tahminini tehlikeye sokacağını ve o durumda ilave adım atmaktan çekinmeyeceklerini söylerken, bu sözünü tutmazsa kendisinden hesap sorulacağını da biliyordu elbette. Verilen mesajı kıymetli kılan da buydu.
Ay başında gelen Şubat ayı enflasyon verisini mevsim etkilerinden arındırdığımızda aylık mal enflasyonu %4, hizmet enflasyonu ise %6’ya tekabül ediyor. Yani TCMB’nin vermiş olduğu Ocak sonrası %3’lük patikanın daha ilk aydan bozulduğunu görüyoruz.
Bu durumda kredibilitesini inşa edecek yeni bir Merkez Bankası Başkanı’nın sözünün arkasında durabilmesi, hele de yaklaşan seçimlere rağmen bunu yapabilmesi önemli bir sinyal değeri içeriyordu.
Yıl başından bu yana kur üzerindeki baskılar giderek arttı. Sadece 1 Mart-21 Mart döneminde Dolar/TL döviz kuru yüzde 3,5 değer kaybetti.
Koç Üniversitesi’nden çalışma arkadaşlarım Çem Çakmaklı ve Sevcan Yeşiltaş ile üzerinde çalıştığımız model döviz kurundan manşet enflasyona olan geçişkenliğin yüzde 50 civarına yükseldiğine işaret ediyor.
Bu durum Mart ayının ilk 20 gününde, milyarlarca dolarlık döviz satışına rağmen, enflasyon üzerinde 1,5 puan kadar ek baskı oluştuğunu gösteriyor.
Kurdaki değer kaybının önüne ancak döviz yatırımının karlı olmadığı gösterilerek geçilebilir. Merkez Bankası’nın dünkü kararında da amacı buydu.
Merkez Bankası’nın “yapamaz” beklentilerini değiştirebilmesi ve piyasaları “terbiye etmesi” ancak somut adımlarla mümkün. Kredibilitenin yıprandığı ve test edildiği bir ortamda Fatih Karahan liderliğindeki Merkez Bankası’nın sözünün arkasında durup seçim öncesi bu adımı atabilmesi bu sebeple önemliydi.
Enflasyon neden hala düşmüyor?
TCMB çok zor bir miras devraldı.
Yüzde 67’lere gelmiş bir manşet enflasyonu, yıl sonu için verilen yüzde 36’lık seviyelere çekebilmek kolay değil. Zira enflasyonun “ödünleşme olmadan” düşürülemeyeceği de giderek netleşiyor.
Merkez Bankası faiz silahına sonuna kadar yüklense/yüklenebilse enflasyonu çok daha düşük seviyelere getirebilir belki. Ancak bunu yaparsa ekonomik büyümede ani bir yavaşlama riski doğacağını da unutmamak lazım.
Daha ılımlı gitmeyi seçerse (ki Mayıs sonrası dönemde yapılan tercih bu yönde idi) bu sefer enflasyon yüksek seviyelerde yapışkanlık kazanıyor ve düşürmek iyice zorlaşıyor.
Bir şeylerin yanlış olduğu çok net.
İnsanlar yüksek enflasyonun getirdiği fakirleşmenin üzerine bir de acı reçete eklenince haklı olarak isyan ediyorlar. Ancak bu isyan duyguları içinde doğru ve yanlışı ayırt etmeye özen göstermek lazım.
Enflasyonla mücadelenin çok ağır bir bedeli var, doğru. Ama zaten tam da bu sebepten ötürü ilk etapta enflasyonun bu seviyelere çıkmasına izin verilmemesi gerekmiyor muydu?
İçinde bulunduğu zor durum Merkez Bankası’nı yeterli dozda ilaç vermekten de alıkoyuyor.
İlacın yetersiz dozuna ilave olarak mevcut ilacın vücut tarafından emilimini zorlaştıran faktörler de var.
Bunların başında politikaların “sürdürülebilirliğine” dair zayıf inanç geliyor. Karar alıcıların düşük faiz konusundaki net tercihleri, 2018 sonrasındaki 6 senede 6 kere değişen Merkez Bankası başkanları gibi “ayrıntılar” Merkez Bankası’nın attığı adımların karşılığı olması umulan güveni tesis etmiyor.
İlave olarak böylesine yüksek seviyelerde kemikleşmeye başlayan bir enflasyonu salt para politikasını sıkılaştırarak düşürebilmek de mümkün değil.
2001 sonrasında reel faiz yüzde 35’li seviyelere çekilirken kapsamlı bir istikrar programı devreye sokulmuş; bir yandan kamu disiplini, bir yandan yapısal reformlarla dezenflasyon süreci desteklenmişti. Bugün salt faiz bacağına odaklanırsak bile 2001 sonrası döneme benzer bir reel faizden çok uzaktayız.
Acı reçete ne zaman hissedilir?
Yaptığımız hesaplamalar acı reçetenin esas etkilerinin seçim sonrası dönemde hissedileceğine işaret ediyor:
Mayıs 2023 sonrası dönemde her ne kadar yüklü faiz artışları olsa da; kredi ve mevduatlar üzerindeki sınırlamaların kalkması ile beraber finansal koşulların iyileştiğine, risk priminin düştüğüne şahit olduk (mavi çizgi).
Bu durum TCMB’nin karar metnine de giren güçlü talebi destekledi (turuncu çizgi).
Ekonominin canını acıtacak bir sıkılaştırmanın yeni yeni başladığını ve bunun ancak yerel seçimlerden sonraki dönemde reel aktiviteyi etkilemesini bekliyoruz.
İşte bu noktada acı reçetenin maliyetini kimin ne kadar ödeyeceği sorusu gündeme geliyor.
Merkez Bankası’nın başladığı işi bitirebilmesi, enflasyonun fiyat istikrarı ile tutarlı seviyelere gelmesi için maliye politikasının desteği şart. Bu destek; verimliliği artıracak reformlar, kamu tasarrufları ve vergi reformu kadar, acı reçeteden etkilenen sabit gelirli kesimleri koruyarak da gelmeli.
2001 sonrası dönemde acı reçete konuşulmadı. Ancak acı reçeteden korunma sağlayacak somut adımlar devreye girerse acı reçetenin dayanılır bir hal alacağını unutmayalım.