İnsanlık, tarihi boyunca çevresinde bulunan nesne ve organizmalarla etkileşim halinde oldu, çevresini kendi ihtiyaçları dahilinde düzenledi. Yaban hayvanlarının evcilleştirilmesi, her ne kadar insanlık tarihinin oldukça geç bir döneminde başlamışsa da bu kapsam dahilinde değerlendirilebilir. İnsan–hayvan ilişkisi ilk olarak av–avcı ekseninde başladı. Evrimsel süreçte atalarımızın diyetlerine hayvansal proteini eklemesiyle başlayan bu süreç zamanla birlikte yaşamaya, hatta kader yoldaşlığına kadar uzandı.
Atlar, çalışkan kuzenleri eşekler ve egzotik zebralara genel bir sınıflandırma altında atgiller diyoruz. Zebra ve bir takım yaban eşeği türleri hiç evcilleştirilememiş olsa da atlar ve eşekler çağlar öncesinden bu yana günlük yaşantımızın yükünü paylaştı, savaş alanlarında yanımızda oldu ve uzak mesafeleri kat etmemize yardımcı oldular. Peki insanın atgiller ile olan birlikteliği nasıl başladı ve nasıl ilerleyerek günümüze geldi? Bu yazıda morfolojik, arkeolojik ve arkeogenomik yöntemlerle elde ettiğimiz verilerin insan–atgil geçmişine dair sunduğu fikirlerden bahsedeceğim.
ATGİLLER NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Atgillerin evrimini beraber yaşadığımız diğer türlerden çok daha iyi biliyor ve kavrayabiliyorsak bunu Thomas H. Huxley ve Othniel C. Marsh’a borçluyuz. 19. yüzyılın en önemli paleontologlarından olan ve yirminin üzerinde dinozor türünü keşfeden Marsh’ın en önemli kemik koleksiyonlarından birisi de günümüz atlarından çok daha küçük olmalarına karşın morfolojik özellikler bakımından oldukça benzeyen bir grup memeli iskeletiydi. Bu koleksiyon, dönemin en ateşli evrim savunucularından olan Huxley’in dikkatini çekti. İlk başta ve aslında kısmen yanlış olarak doğrusal bir evrimsel süreci işaret ettiğini düşündükleri bu koleksiyon, gelecek yıllarda dallanıp budaklanacak ve evrimin en iyi takip edilebildiği örnek olarak ders kitaplarına girecekti.
Bu aile ağacının ilk bireylerini, yani atgillerin ilk atalarını, günümüzden 55 milyon yıl öncesinin Kuzey Amerika’sına kadar takip edebiliyoruz. Boyut olarak küçük ve diş yapılarından öğrendiğimiz kadarıyla genellikle ağaç yaprakları ile beslenen bu canlıların 18 milyon yıl öncesine kadar morfolojik olarak pek de değişmediğini gösteriyor fosil kayıtları. Bu tarihten sonra yükselen sıcaklıklar karasal biyomları sıkı orman örtüsünden orman-savana karışık bitki örtüsüne dönüştürmüş ve doldurulmayı bekleyen birçok niş ortaya çıkarmış. Bu değişimin atgil ataları üzerinde önemli ölçüde etkili olduğunu, tarihte belgelenen en geniş çaplı yayılmalardan birinin sonucu olarak toplam 19 yeni türün ortaya çıkışından biliyoruz. Bu dönemde atgillerin diş yapılarının yüksek silisyum içerikli çimenleri öğütmeye uygun şekilde evrimleştiğini ve günümüze kadar da bu şekilde geldiğini not edelim.
Kuzey Amerika sahnesinde ortaya çıkan atgillerin Bering Boğazı’nı geçerek Avrasya’ya ne zaman yayıldığı sorusu ise henüz kesin olarak cevaplanabilmiş değil. Bu konudaki bilgilerimizden ilki bu yayılımın en az iki dalga halinde olduğu. İlk yayılımın günümüzden 2,6 milyon yıl önce olduğu ve yalnızca atgilleri değil, fillerin atalarının da içinde olduğu birçok otçul canlı türünü eski kıtaya taşıdığını düşünüyoruz. İlk yayılım dalgası ile Avrasya’ya gelen atgiller bu uçsuz bucaksız topraklarda uğradıkları yeni yaşam alanlarına uyum sağladılar ve günümüz eşek ve zebralarının ortaya çıkışında öncü oldular. Bildiğimiz diğer bilgi ise günümüzden yaklaşık 1 milyon yıl önce gerçekleşen ikinci yayılım dalgasının modern atların atalarını Avrasya’ya getirdiği. Bu iki yayılım dalgası günümüzde bildiğimiz atgil türlerinin evrimleşmesinde önemli bir etken oldu, atgillerin Sibirya’nın soğuk düzlüklerinden Afrika’nın egzotik savanalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yerleşmesini sağladı. Kuzey Amerika’da yaşanan iklim değişikliği ise atgiller de dahil megafaunanın, ortadan kalkmasına neden oldu. Bu tarihten sonra atlar, 15. yüzyılın sonunda İspanyol fatihlerce Kuzey Amerika’ya evcilleştirilmiş olarak geri döneceklerdi.
AT VE EŞEKLERİ NASIL EVCİLLEŞTİRDİK?
İnsanların hayvanlarla olan ilişkisinin belki de en yakın olduğu konu hiç şüphesiz evcilleştirme sürecidir. Bir hayvanı yakalayıp birkaç saat içerisinde yiyecek ihtiyacı için etini, alet olarak kullanmak için de kemiklerini elde etmekten ziyade, o hayvanın ihtiyaçlarını giderip uzun süre boyunca ilgilenerek yün ve süt gibi ikincil kaynakları elde etmeye dayalı evcilleştirme pratikleri insan–hayvan ilişkisinin temelini oluşturdu. At ve eşekler ise bu sürece başka bir katman eklemiş, yalnızca et ve süt gibi kaynaklar olmaktan çok içten yanmalı motorların keşfine kadar taşıma ve ulaşımın temel direkleri olmuşlardı.
Atların nerede ve ne zaman evcilleştirildiği on yıllar boyunca gizemini korumuş bir konuydu. Araştırmacılar at kalıntılarının sıklıkla ve belirgin bir çeşitlilikle görüldüğü kazı alanlarının, evcilleştirmenin ilk dönemlerini temsil edebileceği üzerinde durmuşlardı. Böylesi yerleri Orta Asya’nın geniş steplerinde, İber Yarımadası’nın bereketli topraklarında ya da koyun, keçi, domuz gibi diğer hayvan türlerinin evcilleştirildiği yerlerden olan Anadolu’da bulmak mümkündü.
Bu adaylardan biri, diğerlerini gölgede bırakarak en eski evcil atların kökenine dair önemli ipuçları sundu: Günümüz Kazakistan sınırları içerisinde kalan antik Botai kültürü. Beş bin yıldan eski olan bu kültüre ait kazı alanında 2009 yılında yapılan incelemede çok sayıda at kalıntısı bulunmasından daha heyecan verici olan şey, diş kalıntılarının yular kullanımına işaret edebilecek izler barındırmasıydı. Kanıtlar bununla da sınırlı değildi. Bu insanların beraber yaşadıkları atları bir arada tutmak için bir çeşit çit yapısı kullandığına dair ipuçları ve alandan ele geçirilen kap kacak üzerinde yürütülen moleküler çalışmaların at sütü kalıntılarını ortaya çıkarması, Botai kültürünün at evcilleştirmesinin erken dönemlerine işaret ettiğinin düşünülmesine neden oldu. Dahası, at kalıntıları arasında bulunan parmak kemiklerinin Tunç Çağı’nda evcil olduğu bilinen atları andırması, at evcilleştirmesi üzerindeki sis perdesinin nihayet kalktığı anlamına geliyordu; ta ki 2018 yılında bu kalıntılar üzerine yayınlanan arkeogenomik çalışmalara kadar. Bu çalışma Botai atlarının modern ve antik evcil atların gen havuzuna neredeyse hiç katkıda bulunmadığını, buna karşın yaban olarak bilinen Przewalski atlarının soyundan geldiklerini ortaya koydu. Botai deneyi yerel ölçekte kalmış, küresel pratiklere etki etmemişti. At evcilleştirmesi gizemini koruyordu.
Antik DNA araştırmacıları 2021 yılının son aylarında bu gizemi sonunda çözebildi. Batı Avrupa’dan Sibirya’ya uzanan coğrafyada, Neolitik dönemden Ortaçağ’a kadar geniş bir skalada 273 at örneği arkeogenomik incelemeye alındı. Bu büyük resim bizlere atların Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde kalan bölgede, MÖ 4. binyılın sonlarında evcilleştirilmiş olduğunu gösterdi. Buna ek olarak, evcil atlarla ilişkilendirilmiş genetik sinyalin ilk evcilleştirme bölgesinden batıya doğru, MÖ 2 bin civarında yayıldığını ve Balkanlar, Anadolu, Orta Avrupa’nın bu yayılımın ilk durakları olduğunu ortaya koydu. Artık yalnızca atları nerede ve ne zaman evcilleştirdiğimizi değil, evcil atların nasıl yayıldığını da biliyorduk.
Her ne kadar atlar kadar soylulukla ilişkilendirilmiş olmasalar da eşekler insanlık tarihinin önemli birer parçası olmuşlardı. Antik dönemin girift ticaret ağlarının sadık çalışanları olmaktan İkinci Dünya Savaşı sırasında motorize araçların ulaşamadığı sarp kayalıklara cephane taşımaya kadar birçok işe koşan eşeklerin kökenleri hakkında soru işaretlerini de antik DNA çalışmaları aydınlattı. Antik Mısır’da bulunan duvar kabartmalarında evcil eşeklerin varlığı, evcilleştirmenin ilk basamaklarının burada gerçekleşmiş olduğuna dair materyal kültür ipuçları sunmuştu. Bu ipuçları, modern evcil eşeklerinin mitokondriyal DNA’sının Afrika kıtası ile ilişkilendirilmesi ile oldukça güçlendi. Kuzey Afrika’nın kavurucu sıcakları DNA korunumunu fazlasıyla zayıflatsa da 2022 yılının sonbaharında 31 antik eşek örneğinde yürütülen bir arkeogenomik çalışma uzun zamandır süregelen evcil eşeklerin Afrika kökenini doğruladı. Araştırmacılar Kuzeydoğu Afrika’da, günümüzden yaklaşık yedi bin yıl önce gerçekleşmiş tek bir evcilleştirme uygulamasının bugün insanın bulunduğu hemen her yerde bulunan evcil eşeklerin kökeni olduğunu ortaya koydu.
AT VE EŞEKLERLE BİRLİKTE YAŞAMAK
Antik yerleşim yerlerindeki hayvan kalıntılarını inceleyen zooarkeologlar bir eşek-at melezi olan katırlarla karşılaştıklarında, o yerleşim yerinde oturmuş birer at ve eşek yetiştirme pratikleri olduğundan bahsederler. Bu pratikleri antik dönem insanlarının son derece ciddiye aldığını geriye bıraktıkları yazılı eserlerden biliyoruz. Örneğin, Mitanni ülkesinden Kikkuli’nin yazdığı, savaş arabasına koşulacak atların 214 günlük bir eğitimle yetiştirilmesini özetleyen, çoğunlukla Hititçe yazılmış metin, ülkemiz sınırları içerisinde Boğazkale’de keşfedilmiş ve Hititlerin atlar üzerinde seçtikleri özelliklere ışık tutmuştu. Benzer bir metin Xenophon tarafından MÖ 355 yılında yazılmış ve o dönemde insan – at ilişkisi hakkında fikir sahibi olmamıza yardımcı olmuştu.
Yazının henüz keşfedilmediği dönemlerde insanların atlar üzerinde hangi özellikleri seçtiğine dair bir fikrimiz yoktu. Bu konudaki ilk ipuçlarını arkeogenomik çalışmalar sundu. Şaşırtıcı şekilde, insanların atlar üzerinde seçtikleri ilk özellikler hız, dayanıklılık ya da güç ile ilişkili değil, post rengi ile ilişkiliydi. Araştırmacılar LP adı verilen bir mutasyonun atlarda benekli post rengi desenine sebep olduğunu biliyordu. Yaklaşık 17 bin yıllık bir zaman aralığını temsil eden toplam 96 arkeolojik örnek incelendiğinde, Pleistosen dönemde nadir olarak karşılaşılan bu mutasyonun, bugün Kırklareli sınırları içerisinde bulunan Tunç Çağı yerleşimi Kanlıgeçit’te yüksek oranda bulunduğunu gördüler. Bu değişimi pozitif seçilimin bir kanıtı olarak değerlendiren araştırmacılar, Tunç Çağı’nın geç dönemlerinde mutasyonun tamamen ortadan kalktığını, bir diğer deyiş ile, negatif seçilime uğradığını rapor ettiler. Bu negatif seçilimin sebebi muhtemelen, LP mutasyonuna sahip benekli atların aynı zamanda gece körü olmasıydı.
Peki, günümüzde çeşitli boy ve özelliklerle karşımıza çıkan at soyları ne zaman ortaya çıkmıştı? Bu sorunun cevabı için araştırmacılar antik atlardan elde ettikleri genetik bilgiyi günümüz atları ile kıyasladı. Son bin yılın öncesinde at yetiştiricileri genetik çeşitliliği büyük ölçüde korurken, özellikle son 200 yıl içerisinde bu değer yüzde 16 düşmüş. Günümüzde bildiğimiz at soylarının büyük oranda son bin yılda, dışarıdan gen aktarımına kapalı olan soyların ise son 200 yılda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Genetik çeşitlilik azalırken farklı tip ve özelliklerdeki atların çoğalması ilk bakışta mantıksız gibi görünse de modern safkan soylarında genetik yükünün fazla olduğunun ve zararlı mutasyonların biriktiğinin gösterilmesi bu tezi doğruluyor.
Antik zamanlarda eşeklerde seçilen özelliklere dair henüz yeterli bilgimiz bulunmuyor. 2020 yılında modern eşekler üzerine yapılan bir çalışma, evcil eşeklerin Afrika kökenini doğrularken bir yandan da post rengi değişimini inceledi. Elde ettikleri sonuçlar gösteriyor ki, yaban eşeklerinde hemen hiç görülmeyen siyah ve kestane post renkleri evcilleştirmeyle beraber eşeklerde görülmeye başlanmış. Bu alanda şimdiye kadar elde edilmiş bir başka bilgi ise modern Fransa’da sıklıkla gözlenen eşek fenotiplerinin Roma dönemi öncesinde gözlenmemiş olması. Muhtemelen Roma egemenliği sonrası dönemde Fransa’da seçilen özellikler günümüze dek korundu.
Seçilime dair bildiğimiz kısıtlı bilginin tersine, eşek yetiştiriciliği ve hibrit tür üretimine dair son derece ilginç bilgilerimiz var. Ortadoğu’da, henüz evcil atlar bu coğrafyaya ulaşmamışken, gücün ve statünün sembolü olan bir eşek hibriti vardı: Kungalar. Heybetli görüntüleri Tunç Çağı duvar kabartmalarına konu olan ve savaş arabalarına koşulan kungalar o derece yüksek değerli hayvanlardı ki yalnızca krallara ve yüksek rütbeli yöneticilere özel yetiştiriliyorlardı. Kungaların ayrıca diplomatik ilişkilerde hediye olarak gönderildiğini ve devletin önemli seremonilerinde kullanıldığını da biliyoruz. Araştırmacılar, genetik özellikleri bilinmeyen kungalar hakkında yürüttükleri arkeogenomik çalışmalara kıyaslama yapabilmek adına Göbeklitepe’den bir yaban eşeğini de dahil ettiler. Bu çalışmada görüldü ki kungalar, evcil dişi eşek ile yaban erkek Suriye eşeğinin (hemippe) bir meleziydiler. Bu bulgular insanların hayvanlar üzerinde yürüttüğü, belgelenmiş ilk hibritleme çalışması olarak da literatürde yerini aldı.
GEÇMİŞİN ALIŞKANLIKLARI BUGÜNÜ NASIL ŞEKİLLENDİRİYOR?
At ve eşeklerle birlikte bin yıllar geçirmemiz toplumların gelişmesine ve şekillenmesine katkı sağlamış olsa da gelişen teknolojinin sunduğu alternatifler bizi bu iki tür ile olan ilişkimizi değiştirmeye zorluyor. Modern insanın ulaşım ihtiyacını karşılama görevi günümüzde neredeyse tamamen ortadan kalkmış olan atlar, son iki yüzyılda üzerlerinde kurduğumuz seçilim baskısının da etkisiyle, artık yalnızca turistik bölgelerde, binicilik tesislerinde ya da hipodromlarda karşımıza çıkıyorlar. Değerli soylardan gelen yarış atlarının bakımı iyi yapılıyor olsa da koşu kariyerleri bittikten sonra haraların insafına kalıyorlar. İstanbul Adalar’dan bildiğimiz gibi, fayton atlarının hayatları ise o kadar kötü şartlarda geçiyor ki, bu durumun düzeltilmesi için siyasi adımların atılması kaçınılmaz hale geliyor. Tüm bu denklemin dışında bulunan, Anadolu’nun bereketli toprakları üzerinde özgürce dolaşan yılkı atlarını da unutmamak gerek. Bu sürüler, sonbahar aylarında yapılan zeytin hasadı gibi mevsimlik tarım faaliyetleri dönemlerinde çiftçilerce işe koşulup, iş bitiminde tekrar doğaya bırakılıyorlar. Ancak bu birlikte yaşama anlayışı, maalesef, sürülerin yiyecek arayışı ile tarlalara girdiği durumlarda bozuluyor.
Spor ve turistik faaliyetlerde kullanılmayan eşeklerin ise insanlarla ilişkileri, değişen düzenin doğrultusunda ilerliyor. Dünya genelinde evcil eşek sayısı 2012’den 2018’e kadar yaklaşık 10 milyon artarak 50 milyona ulaştı. Buna karşın, örneğin ülkemizin eşek varlığı 1991 yılında 950 bin iken günümüzde bu sayı 95 bin. Eşek sayısı azalan ülkelerin ortak özelliği gelişmekte olan ekonomileri olmaları. Peki toplam sayı nasıl artıyor o halde? Tarım ekipmanlarına erişimi kısıtlı olan ve ulaşım giderlerini karşılama konusunda geri bırakılmış ülkelerin eşek varlıkları 20 yıl gibi bir süre içerisinde ortalamada neredeyse ikiye katlandı. Değişen dünyada maliyetleri karşılayabilenler mekanize olurken, karşılayamayanlar bu kadim ortaklığa güvenmek zorunda kaldı. Kapitalizmin yükü yalnızca emekçi insanların değil, emekçi hayvanların da omzuna bindi.
Bu yazıda değinilen arkeolojik ve arkeogenomik çalışmalar çoğunlukla at ve eşeklerin insanlık tarihine nasıl ve ne zaman girdiğini aydınlatmaya yönelik. Gelecekte yürütülecek çalışmalar yerel düzeyde atgillerin topluma ve ekonomiye katkısını inceleyerek hem insan hareketliliğine dair sorulara cevap arayacak hem de topluluklar arası ilişki ağlarına ışık tutacak. Artık soyu tükenmiş olan atgil türleri üzerinde yoğunlaşan antik DNA çalışmaları bu sürecin dinamiklerini aydınlatarak günümüzde soyu tükenme tehdidi altındaki türlerin korunmasına yönelik çalışmalara değerli bilgiler sunacaktır.
*Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Biyoloji Bölümü, Doktorant