Amy Winehouse’un hikâyesi popüler müzik tarihinin en dramatik hikâyelerinden biri. Kuzey Londra’nın orta direk mahallesi Southgate’ten, Camden’ın alternatif alemine, oradan dünyayı ele geçirmeye uzanan bir hikâye. İçinde aşk, tutku, saplantı, alkol, muhtelif kimyasallar, bolca kırık kalp olan, sonu ölümle biten bu hikâyeyi en iyi yazar ekibi sıfırdan yaratsa bu kadar güçlü kurgulayamazdı. Her zaman söylendiği gibi gerçek kurgudan çok daha ilginç. Ve gerçek bu kadar ilginç ve çok katmanlı olduğunda hikayesini anlatmak da güçleşiyor.
Winehouse, kuzey ve kuzey batı Londra’ya çokça hâkim orta direk Yahudi ailelerden birinde dünyaya gelip büyüyor. Film, bu çevreyi estetik açıdan çok iyi anlatmış. Doğup büyüdüğü semt, ev, evin dekorasyonu, sokaklar, otobüsler, Amy’nin idolü eski bir caz şarkıcı olan babaannesi Cynthia’nın cenaze töreninin yapıldığı Golders Green’deki Hoop Lane Mezarlığı’na kadar her şey gerçekle uyumlu. Bu anlamda, Amy’nin evinin bulunduğu bazı sahnelerin Camden’da değil, Stoke Newington’da çekilmesi dışında film hep Amy’nin gerçekten de takıldığı, yaşadığı mekânlarda geçiyor diyebiliriz. Kocası Blake Fielder-Civil ile tanıştığı mekân, taksici babasının takıldığı caz çalınan pub, birlikte piknik yaptıkları park olan Primrose Hill, hemen yanındaki hayvanat bahçesi, az aşağıdaki Dublin Castle, Regents Canal her şey filmde gerçeğin izinde.
Hikâyedeki aksaklıklar
Ancak mekânların gerçekliği hikâyeyi de otomatikman gerçek kılmıyor. Görüntünün gerçekleri yansıttığı Sam Taylor-Johnson tarafından çekilen Amy hikâyesi “Back to Black”in sorgulanacak yönleri var. Bunlardan bir tanesi, çocuk meselesi. Filme göre Amy anne olmayı çok istiyor ancak bir türlü hamile kalamıyor. Finaldeki anlatım kulağımıza adeta Amy’nin çocuk sahibi olamadığı için kederinden ölüme gittiğini fısıldıyor. Amy’nin çocuk istediği muhtelif röportajlarında gündeme gelmiş bir konu. Ancak yönetmenin bizi ikna etmeye çalıştığı gibi onu adeta intihara sürüklediğine inanmamız için yeterli kanıt yok. Bir diğer konu baba meselesi. Amy’nin babası Mitch Winehouse, bugüne kadar yazılan çizilenlere, belgesellere bakılırsa (özelikle 2015’te çekilen Oscarlı Asif Kapadia belgeseline) ona yeterli duygusal desteği ve ilgiyi sağlamaktan uzak, daha ziyade parasını ve kariyerini kontrol etmek isteyen bir baba profilinde. “Back to Black”teyse tamamen temize çıkıyor. Kızını korumak için adeta yırtınan ancak Amy’nin kocası yüzünden bu çabasında başarılı olamayan bir Mitch Winehouse görüyoruz.
Winehouse’un kocası Blake Fielder-Civil, filmin bakış açısıyla, ilişkilerindeki bütün suçu ve sorumluluğu Amy’ye yıkarak kendisinden ayrılıyor. Yani alkole düşkün olan Amy’yi ağır uyuşturuculara alıştıran, kıskanan, “ben senin groupie’n değilim” diyerek arızalar yapan koca, sonunda biz yanlış yaptık deyip işin içinden çıkıyor. Ortada bir adet tutkulu, dengesiz, saplantılı Amy Winehouse kalıyor. En kabul edilemez yanıysa Amy’nin neredeyse bütün şarkılarını ona yazdığını ima eden sahneler. Winehouse, Fielder-Civil ile tanışmadan da şarkı yazıyordu ve bu işi çok iyi yapıyordu.
Marisa Abela, Amy Winehouse rolünde çok başarılı. Playback’e başvurmadan kendi sesiyle harika şarkı söylüyor ve Amy’yi hakkıyla canlandırıyor. Blake Fielder-Civil rolünde Jack O’Connol çok iyi. Baba Mitch rolünde Eddie Marsan harika. Babaanne rolünde Leslie Manville çok iyi. Oyunculuk her yanıyla göz kamaştırıyor. Ancak senaryo yüzünden film maça üç sıfır yenik başlıyor. Yine de Winehouse’un dünyasında dolaşmak adına gidip görülmesi gereken bir yapım.